DerlediklerimizGüncel

Hülya Osmanağaoğlu | Cinsel taciz ifşalarının sınıfı ya da feminizm-sınıf mücadelesi ilişkisi

"Sonuçta bu ifşa dalgası bir noktadan sonra inişe geçecek ancak sürecin tabir yerindeyse üç beş tacizci tecavüzcü erkeğin kafasını koparmaktan öteye gitmesi için (ki şimdiye kadar kopan kafalar da hiç fena bir sonuca işaret etmiyor) elbette dayanışmayı güçlendirmeli ve sürecin sonraki adımlarını belirlemek için tartışmalıyız"

Sosyal medyada ünlü edebiyatçıların tacizlerinin ifşasıyla başlayıp yayınevlerinin sözleşmelerini feshi ile devam eden süreç değişik toplumsal kesimlerden kadınların ifşalarıyla sürüyor.

Karikatüristten akademisyene bir dizi kendini dokunulmaz hisseden erkeğin tacizleri ortaya döküldü. Son birkaç gündür de sol/sosyalist çevrelerden erkeklerin cinsel tacizlerinin ifşa olduğunu görüyoruz. Sosyalist erkeklerin birden burjuva hukuk normlarına (masumiyet karinesi!) biat açıklamaya başladığı şu günlerde tüm yaşadığımız sinir bozukluklarına rağmen feminist dayanışmanın gücünü erkeklere göstermenin mutluluğuyla yol almaya çalışıyoruz.

Cinsel şiddeti, ifşayı, kadının beyanının esas alınmasının ne anlama geldiğini, erkek şiddeti patriyarka ilişkisini konuşmaya tartışmaya devam ediyoruz. Bir dizi feminist arkadaşımız bu süreçte sayılan bağlamlarda yazılar yazdı.

Erkek şiddetini özellikle cinsel şiddeti ifşa/teşhir feminist hareketin neredeyse elli yıldır uyguladığı/geliştirdiği bir mücadele yöntemi olmakla birlikte geçen yıl ABD’de ünlü sinemacı erkeklerin twitter’da teşhir edilmesiyle başlayan #metoo hareketi sosyal medyayı ifşanın en etkili ve hızla sonuç alıcı aracı haline getirdi (gibi görünüyor şimdilik).

Biz bunun küçük ilk dalgasını [kısmen] akademideki erkek şiddetinin ifşasıyla deneyimlemiştik, şu anda ise dev bir dalganın içinde hem erkeklerle uğraşıyor hem de politik sonuçlar, yöntemler üzerine konuşup tartışıyoruz. Bu süreçte Sevda Karaca’nın Evrensel gazetesinin web sitesinde yayımlanan İfşa: Yöntem, muhteva, olanaklar ve sınırlar[1] başlıklı yazısı ifşa dalgasının hangi toplumsal kesimlerden kadınları içerdiğini/içerebileceğini tartışmak açısından önemli vurgular içeriyor.[2] Ancak Sevda’nın yazısı bunun ötesinde hem kadınlar arasında da var olan sınıfa dayalı egemenlik ilişkisi nedeniyle kadınların ortak kimi talepleri ve erkek egemenliği karşısında ortak çıkarları olup olmayacağını (yani “bir tür sosyalizmle” feminizm arasındaki kadim tartışma) hem de dünden bugüne sınıf mücadelesi feminizm ilişkisini ve bu bağlamda sınıfın cinsiyetini, tartışmayı mümkün kılıyor.

Öncelikle yazısının benim tartışacağım, eksenine temel olarak koyduğu, işçi sınıfından kadınların ev mahalle işyeri buluşmalarında bu konudan hiç haberdar olmadıkları bilgisi üzerine bir şeyler demek istiyorum. Sosyal medyanın haberleşmenin hızını muazzam oranda artırması hepimizi politik gündemlerin ve tartışmaların içine nerdeyse uyku dışında her an dâhil ediyor.

Bu nedenle de sadece birkaç gündür süren politik gündemler hızla derinleşebiliyor ve zihnimizde çok uzun süredir böyle bir gündemle meşgul olduğumuz hissi yaratabiliyor. Kuşkusuz bu sınırlı bir kesimin gündeminin tüm topluma yayılan bir nitelik arz ettiği gibi bir yanılsamaya da yol açabilir. Ancak Sevda’nın tüm bu ifşa süreci sadece on gün önce başlamışken, pandemi koşullarında, hangi “ev mahalle işyeri buluşmasında” işçi sınıfından kadınların gündemden habersiz ya da gündeme ilgisiz olduğunu tespit edebildiğini anlamak gerçekten zor. Diyelim ki tespiti doğru, yine de bu tespit ifşa meselesinin gelecekte de işçi sınıfından kadınları ilgilendirmeyeceğine karar vermek için fazla erken olmanın yanı sıra fazlasıyla tarihsellikten de uzak olabilir mi? Bu sorunlarına rağmen, fazla ampirist bir tespit olsa da işçi sınıfından kadınların bu ifşa furyasından haberdar olmadıkları ve/veya bu ifşalarla kendi hayat mücadeleleriyle bir bağ kuramadıklarını, doğru bir analiz olarak kabul ederek bunun gelecekte de böyle mi olacağına ilişkin bir tartışma yapmaya çalışacağım.

“Burjuva feminizminin” oy hakkıyla işçi kadınların işlerini koruması

Birinci dalga feminist hareket oy hakkı için mücadele ederken Clara Zetkin, Rosa Luxmburg gibi önemli sosyalist kadınlar, kadınların oy hakkının genel eşitlik prensibi için önemli olmanın yanı sıra sermayeye karşı mevzi kazanmak açısından önemini öne çıkarıyorlardı. İşçi sınıfından kadınlarla erkekler arasında kapitalizmden azade bir mücadele olamayacağını varsaydıkları için oy hakkını sermaye karşısında ortak çıkarların bir adımı olarak değerlendiriyorlardı. Nihai olarak sosyalist devrim mücadelesi ile bağlantı kurmayan bir oy hakkı mücadelesinin (burjuva feminizmi diye adlandırıyorlardı) işçi sınıfından kadınların hayatında herhangi bir değişiklik yaratmayacağını iddia ediyorlardı.

Bu iddianın, Avrupa’da sosyalist devrimler yenildiğinde ama kadınlar oy hakkını kazandıklarında “tam” bir gerçekliğe tekabül etmediğini gördük. Sosyalist devrimle nihayete ermeyen bir oy hakkının işçi sınıfından kadınlar için “hiçbir” anlam ifade etmeyeceği iddiasının yanlışlanmasının yanı sıra işçi kadınların işçi erkeklere ve erkek sendikalara karşı verdikleri mücadelede de oy hakkının belirleyici katkısı olduğunu gördük.

Kıta Avrupa’sında kimi ülkelerde birinci kimilerinde ikinci paylaşım savaşından sonra, kadınların savaş esnasında girdikleri işlerden çıkarılmamaları, sermayenin kadınları daha ucuz ve örgütsüz emek olarak çalıştırmayı tercih etmesinin yanı sıra, özellikle kamu işyerlerinde, siyasi iktidarların kadınlardan alacakları oyların kaygısıyla kadınları işten çıkarmayı göze alamamasıyla da yakından ilintiliydi (üstelik hem erkek işçi sınıfının hem de erkek sendikaların eylemlerine ve baskılarına rağmen). Bir süre sonra da evlilik yasalarının kaldırılarak evli kadınların çalışmaya devam etmelerinin mümkün hale gelmesinin de kadınların oy hakkından bağımsız ele alınması mümkün değildi.[3]

Mayıs 1911: İngiliz sufrejetler Charlotte Despard
(Getty)

Ayrıca oy hakkının kadınlara sağladığı olanaklara baktığımızda sadece “burjuva kadınların” gündelik yaşamlarında değil tüm kadınların gündelik yaşamlarında etkisi olduğunu görüyoruz. Birinci dalga feminist hareketin boşanma, miras, velayet, çalışma, eğitim gibi haklara ulaşmak için oy hakkının gerekli olduğunu görerek bu mücadeleye ağırlık verdiğini düşündüğümüzde, örneğin İngiltere’de 1928’de tüm kadınların elde ettiği oy hakkıyla 1937’de erkek şiddeti nedeniyle boşanma hakkının yasalaşması arasındaki ilintiyi görmek mümkün olur.

Ki yine feminist mücadele ile 1891’de kocaların kadınları dövme ve eve kapatma hakkı bir mahkeme kararıyla ortadan kaldırılmıştı.[4] Tek başına, bir sosyalist devrimle tamamlanmaksızın işçi sınıfından kadınlar için hiçbir anlamı olmayacağı varsayılan oy hakkı çalışma hakkı ve boşanma hakkı gibi en temel iki hakkı tüm kadınlara/işçi kadınlara sağlamıştı.

İkinci dalga feminist hareket ve sınıfın cinsiyeti

Sevda, cinsel tacizle mücadelenin, ifşanın işçi sınıfından kadınlar açısından gündem olabilmesi için sınıf örgütlenmelerinin güçlenmesi gerektiğini ve şu andaki işsizlik ve yoksulluk koşullarında kadınların esas gündeminin bunlar olduğunu söylüyor. Kuşkusuz Marksistler sınıf mücadelesinin tabir yerindeyse geleceğine projeksiyon yapıp nasıl bir mücadele hattı çizeceklerine karar vermek için dönüp tarihe bakarak analiz geliştirir. Biz de sınıf mücadelesi içinde işçi sınıfından kadınların örgütlenmesinin büyümesi için ne yapmak gerektiği üzerine fikir yürütürken feminist mücadele ile sınıf mücadelesinin kesiştiği tarihsel dönemeçlere bakacağız.

Ancak dönüp tarihe bakmadan da söyleyebiliriz ki, işçi sınıfından kadınlar için sınıf mücadelesi önceliklerini işsizlik ve yoksullukla sınırlandırmak, cinsel taciz gibi tüm kadınların yaşadığı bir sorunu sınıf mücadelesinin [bir tür] tali hedefi olarak tanımlamak ekonomizmle malul bir sınıf siyasetinin ifadesidir. İşçi sınıfından kadınların işlerini kaybetmemek için cinsel tacizi dillendiremiyor oluşu tam da işyerinde cinsel tacize/erkek şiddetine karşı mücadelenin neden sadece feminist mücadele/kadın mücadelesi açısından değil sınıf mücadelesi açısından da esasa dair bir mücadele gündemi olduğunu gösterir.

Tabii eğer işçi sınıfını esas olarak erkeklerden müteşekkil kabul edip kadınları sınıfın ikincil bileşeni olarak tanımlamıyorsak. Ki bu aslında ekonomizmle malul bir sosyalizm anlayışıyla da doğrudan bağlantılı. Sosyalizmi sadece kadınların ücretli emek gücüne katılmasını önceleyen, sınıf içinde kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliği görmeyen, ancak bir sistem olarak patriyarkaya dayalı egemenlik ilişkilerinin de çözülüp/aşılarak tümüyle yeniden inşa olacak bir işçi sınıfının devrime yürüyebileceğini öngörmeyen bir sosyalizm anlayışı bu. Yani sınıf mücadelesi içinde işçi sınıfını statik bir [erkek] bütün olarak kavrayan sınıfın bizzat sınıf mücadelesi içinde dönüşürken dönüştüreceğini kabul etmeyen bir sosyalizm anlayışı ile karşı karşıyayız aslında.

İşte ikinci dalga feminist hareket ile sınıf hareketinin kesiştiği tarih bize tam da sınıf hareketinin statik bir yapıya değil feminist hareketin müdahalesiyle dönüşen ve güçlenen bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Bunun kuşkusuz en önemli örneği feminist hareketin eşit işe eşit ücret mücadelesinin aslında sermaye karşısında işçi sınıfının bütünü açısından önemli bir kazanım olmasıdır.

Yani patriyrakanın böldüğü sınıf mücadelesinden sermayenin elde ettiği kazancın tırpanlanmasıdır. Bir diğer önemli dönüşüm adımı ise cinsiyete dayalı iş/meslek ayrımına karşı verilen mücadele ile [erkek işçi sınıfı dirençle bu egemenlik hakkını korumak istese de] öne çıkan eşdeğer işe eşit ücret talebi ve kadın erkek işi ayrımının uygulamada ortadan kalkmasa bile en azıdan yasal zeminini kaybetmesidir.

28 Haziran 1968’de eşit haklarla ilgili bir kadın konferansına katılan Ford Motors’da çalışan kadın işçiler. Bob Aylott / Keystone / Getty Images

İkinci dalga feminist hareket sınıf mücadelesi içinde bu talepleri öne çıkarırken eş zamanlı olarak başta cinsel taciz olmak üzere erkek şiddetini de ana gündemlerinden biri olarak ele aldı. 1970’lerin başında feminist hareket ABD’de kadın komiteleri aracılığıyla sınıf içinde örgütlenirken 1964’te kabul edilen Sivil Haklar Yasası’nın 7. Maddesi’ndeki ırka, renge, dine, cinsiyete ve milliyete dayalı ayrımcılığın engellemesi şartını cinsel tacize karşı mücadelenin de hukuksal zemini olarak ele alıyordu.

1973’te feministler ağırlıklı olarak kadın mesleği diye tanımlanan işlerde/iş kollarında çalışan (sekreterler stenograflar, santral çalışanları vd.) ve çoğu sendikasız kadınları örgütlemek için bir seferberlik başlattı. 1970’lerin sonuna gelindiğinde aralarında 9’dan 5’e, Kadın Ofis Çalışanları, Kadınlar İstihdam için Örgütleniyor gibi isimlerle tüm ABD’de oluşturulan yaklaşık sekiz bin (evet sayıyla 8000) kadın örgütlenmesinin/komitesinin yan yana gelmesi bir ağ örgütü olan Çalışan Kadın’ı ortaya çıkardı.  Bu örgütlenmenin en temel mücadele başlıkları arasında mesleklerinin öneminin kabulü, değerli kılınması, ücret seviyelerinin yükselmesi, işyerinde erkeklere hizmetlerinin kaldırılması ve mesleklerinin cinsel tacizi meşrulaştırdığı fikrinin ortadan kaldırılmasıydı.[5]

Chicago’daki ilk CLUW Konferansı’na katılan kadınlar, 1974

Mart 1974’de ABD’nin her yerinden sanayide çalışan 35 bin kadın işçi Şikago’da toplanarak gerçekleştirdikleri kongrede İşçi Sendikaları Kadın Koalisyonu’nu (CLUW) kurdular. 1980’den itibaren CLUW başkanı ABD’nin en büyük sendikası AFL-CIO’nun icra konseyine dâhil olmaya başladı. CLUW 1982’de yayımladığı Sendikalı Kadınların Güçlendirilmesi El Kitabı’nda eşit iş, eğitim programları, eşit ücret, annelik ve babalık izni gibi başlıkların yanı sıra cinsel tacizi de temel mücadele başlığı olarak belirliyordu.[6]

Feminist hareket hangi kadınların hakları için mücadele ediyor?

Sevda yazısında şu anda yükselen ve işçi sınıfından kadınlara ulaşmadığını, işçi kadınların ilgilenmediklerini söylediği ifşa dalgasının kadınlar arasındaki sınıfsal farkları ve eşitsizlikleri yok saydığını ve bunun sorun olabileceğini söylüyor: “İfşalar, bu somut örgütlülük olmadan gerçekleştiğinde belirli bir kesimde ‘farkındalık ve güçlenme’ yaratabilir, yaratabiliyor da. Ama başka bir kesim kadın için eşitsizlik de yaratabilir.”[7]

Şimdi, bir toplumsal kesimden kadınlar için kazanım olacak bir feminist dalganın tüm kesimlerden kadınlar mesela işçi sınıfından kadınlar için aynı etkiyi yaratmayabileceğini tartışmak başka bir şey, eşitsizlik yaratabileceği tespitinde bulunmak başka şey. Feminist hareketin kazanımlarının işçi sınıfından kadınlara zarar verebileceği fikri maalesef Türkiye’de sosyalist hareketin bir bölümünün kolektif bilinçaltındaki feminizm paranoyasından kaynaklanıyor. Bunca yıl geçmesine rağmen herhangi bir tarihsel siyasal temele sahip olmayan bu tez kendini bir şekilde dışa vuruyor: Feminizm burjuva ideolojisidir ya da feminizm sınıfı böler diyerek.

Oysa bırakalım dünyadaki feminist hareket sınıf mücadelesi kesişimlerine Türkiye’deki feminist hareketin tarihsel seyri bunun tam tersini yeterince gösteriyor. Feminist hareket 1987’de “dayağa karşı yürüyüş” örgütlenmesinde, 1989’daki “bedenimiz bizimdir cinsel tacize hayır” kampanyasında yine 1989’daki “mor iğne” kampanyasında erkek şiddetine karşı mücadeleyi tüm kadınların gündemine sokmaya çalışırken burjuva siyaseti yapmakla, sınıfı bölmekle vs. suçlanıyordu.

Geldiğimiz noktada feminist hareket ile birlikte tüm kadın hareketi, İstanbul Sözleşmesi ekseninde erkek şiddetine karşı mücadeleyi faşizme karşı mücadelede en önemli direniş mevzii haline getirirken, toplu taşımalarda artık kadınlar taciz eden erkekleri kayda alıyor, metrobüsten atıyor, bacağını topla kampanyaları yapıyor (toplu taşımayı sanırım ağırlıklı olarak işçi sınıfından kadınların kullandığında hemfikirizdir). Ama dönüyoruz dolaşıyoruz feminist hareketin erkek şiddetiyle mücadele teamülü temelinde yükselen ifşa dalgasının işçi sınıfından kadınlara zarar verebileceği gibi bir şeyi tartışıyoruz. 40 yıl sonra adeta başa dönüyoruz.

2 Kasım 1989 – Kadınlar cinsel tacize dikkat çekmek için “Bedenimiz Bizimdir, Cinsel Tacize Hayır” kampanyası başlattı

Aslında cinsel tacize karşı mücadele hiç de öyle sanıldığı kadar sınıf hareketine yabancı değil. Kürt kadın hareketi uzun yıllardır hareketin denetimindeki belediyelerin sendikalarla yaptığı toplu sözleşmelere “kadına yönelik şiddetle mücadele” maddesini koyarken bunu fiziksel şiddetin yanı sıra, psikolojik şiddet, ensest, kumalık ve cinsel şiddet diye ayrıntılandırıyor. 2019 yerel seçimlerinden sonra İstanbul’daki kimi CHP’li belediyeler de aynı şekilde toplu sözleşme maddelerine “kadına yönelik şiddete” ilişkin madde eklediklerini açıkladılar.

Bundan sonra ne yapabiliriz?

Başa dönersek, elbette sosyal medya yoluyla ifşa cinsel tacizle mücadele etmenin hatta tacizci erkekleri ifşa etmenin tek yolu değil. Ancak sosyal medyadaki tüm bu ifşaların, kadınların beyanlarının, toplumun her kesiminden kadının yaşadıklarının adını koyması, erkeklerin hatta tanınmış itibarlı erkeklerin bile hesap vermek durumunda kaldığını görmesi açısından önemli. Kadınların bir araya geldiklerinde (mesela ev mahalle işyeri buluşmalarında) yaşadıkları tacizleri konuşmaya, dertleşmeye başladıklarında bırakalım geçmiş tacizleri ifşa etme noktasına gelmelerini geleceğe yönelik olarak cinsel taciz karşısında dayanışmayı örmelerini mümkün kılacaktır. Tarihsel deneyimler özellikle evdeki -açık yaygın adıyla söyleyelim- dayağı paylaşarak utancının kadınlara ait olmadığı fikrinin yaygınlaşması bunun örneği, yani feminizmin evdeki dayağın kadınların utancı olmadığına ilişkin 40 yıldır süren siyasetinin artık her kadının ön kabulü haline gelmesi.

Ama kuşkusuz cinsel tacizle kalıcı bir mücadele sadece erkeklerin bir gün ansızın sosyal medyada ifşa edileceklerinden korkmasıyla mümkün değil. Biz bu ifşa sürecini toplumun her kesiminde ortaya çıkacak kalıcı önlemlere evriltmek için de konuşmaya tartışmaya devam etmeliyiz. Yayıncılık sektöründe ve kimi sendikalarda gündeme gelen erkek şiddetine ilişkin tüzük ve yönerge hazırlıkları başladı. Bundan sonra en geniş kadın kesimlerinin tıpkı İstanbul Sözleşmesi ile ev içindeki şiddete direnişinin mümkün hale gelmesi gibi tek bir hedefe kolektif olarak yönelinmesini sağlayacak bir siyaset belirlenmeli.

İşçi sınıfından kadınlar için bu ILO’nun Haziran 2019’da üye ülkelerin onayına açtığı 190 sayılı İş Hayatında Şiddet ve Tacizin Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’ne imza koyulması mücadelesi ile başlayabilir. Sendikaların bu konuyu öncelikle gündeme alması, sendikal eğitimlerde hem cinsel tacizin ne olduğu hem de ILO 190’nın mücadele programına dâhil edilmesi için yapılacak çalışmalar belirlenebilir, toplu sözleşmelere erkek şiddetine karşı mücadeleyi güçlendirecek maddeler eklenebilir. Özellikle işçi sınıfından kadınlara yönelik yayınlarda (ilk aklıma gelenler Kadın İşçi ile Ekmek ve Gül oldu) ILO 190 anlatılabilir ve sendikal hareketin erkek egemenliğiyle de mücadele için ortak bir talep çerçevesinde buluşmak mümkün olabilir.

Sonuçta bu ifşa dalgası bir noktadan sonra inişe geçecek ancak sürecin tabir yerindeyse üç beş tacizci tecavüzcü erkeğin kafasını koparmaktan öteye gitmesi için (ki şimdiye kadar kopan kafalar da hiç fena bir sonuca işaret etmiyor) elbette dayanışmayı güçlendirmeli ve sürecin sonraki adımlarını belirlemek için tartışmalıyız. İlla tartışmalıyız. Bu yazı da Sevda’nın başlattığı yerden bu tartışmaya bir başka katkı olsun.


[1] https://amp.evrensel.net/yazi/87762/ifsa-yontem-muhteva-olanaklar-ve-sinirlar?__twitter_impression=true

[2] Sevda yazısında kadının beyanının esas alınması temelinde erkek şiddetiyle mücadele yöntemi olarak “ifşa”yı bir şekilde tartışıyor olmasına rağmen çok sayıda feministin bu konuda yazıları olduğu için ben sınıf ve erkek şiddetiyle mücadele bağlamında yazdığı, yazının ikinci bölümü diyebileceğim kısımdaki, görüşleri üzerine fikirlerimi yazacağım.

[3] Sylivia Walby, Patriyarka Kuramı, çev. Hülya Osmanağaoğlu, Dipnot yay. sf. 98

[4] Sylvia Walby, age. sf 230

[5] Nancy Maclean, The Hidden History of Affirmative Action…The Socialist Feminist Project içinde. Ed. Nancy Holstrom, Monthly Review Press

[6] Anne H. Nelson, Union is PowerWomen içinde ed. Jo Freeman, Mayfield Pub. Sf324-325

[7] Sevda Karaca, agy.

(Kaynak: 19.12.2020, Umut Gazetesi

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu