GüncelMakaleler

MAKALE | Tarihsel ilerlemecilik nedir? -2-

Kaypakkaya’nın düşünceleri 1970’ler ortamında var olan yaygın yaklaşımlara şiddetli bir eleştiri olarak ortaya çıktığında, geniş kesimler bu konulardan haberdar bile değildi. Varoluş ilkeleriyle uyuşmayan bu düşünceleri şiddetle reddettiler. Geçen zaman içinde ise sessizce ve parça parça bu düşünceler başka yollardan benimsendi. Fakat ait olduğu ideolojik-stratejik bağlamdan kopartılarak benimsendi. Tarihsel özü ve durduğu yer anlaşılamadı.

Çin Devrimi ile İlerlemeciliğe Vurulan Yeni Darbeler

Devrim ilk kez emperyalist hegemonya altındaki yarı-sömürge bir ülkede olgunlaşıyordu. Mao Çin Devrimi’nin yeni hedefini, “Çin Devrimi’nin bugünkü aşaması, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplumun ilgası ve bir sosyalist toplumun kurulması arasında bir geçiş aşaması, yani bir yeni-demokratik devrim sürecidir…” (Mao Zedung, “Yeni Demokratik Devrim”, Umut Yayımcılık, 1993, sf. 55) şeklinde tanımlar.

Çin devrim tarihi halk savaşı strateji-si ve felsefi olarak devrimlerdeki geriye dönüşleri teorik düzeyde incelemesi bakımından olduğu gibi Sovyetler Birliği’nin şabloncu beklentilerine karşı koyması bakımında oldukça önemli deneyimler bırakmıştır. Hayli uzun erimli süreçlerden geçilirken uygulanan strateji ve taktikler, ittifak ve işbirlikleri ile geçmiş modellerdeki kalıpları da kırmıştır. Hiçbir devrimin başka bir devrimin birebir tekrarı olmayacağı bu devrimle bir kez daha kanıtlanmıştır. Tüm bunlara rağmen Mao, iktidarı burjuvaziye teslim etmeyi bir seçenek olarak görmez.

Mao, “Bugünkü aşamada Çin’in burjuva-demokratik devrimi, eski genel türde değil, yeni özel türde bir demokratik-devrim, yeni demokratik devrim olduğundan, sosyalizmin yükselişi ve kapitalizmin çöküşü ile nitelenen 1930’ların ve 40’ların yeni uluslararası ortamında İkinci Dünya Savaşı ve devrim çağında yer almakta olduğundan, Çin Devrimi’nin nihai perspektifi şüphesiz ki kapitalizm değil sosyalizm ve komünizmdir.” (age sf.57) der.

Yeni demokratik devrimde iktidarın işçi ve köylülere geçmesi emperyalistler ve yerli işbirlikçilerine karşı atılmış etkili bir adımdır. Fakat sosyalizme yürümede geliştirilen programlarda yine sanayi üretiminin yani illaki teknolojinin emperyalist ülkelerle yarışacak şekilde gelişmesi şart koşuluyordu.

Oysa sosyalizmin inşası en çok ve en modern olanı üretmekten değil, komünal aklın yolundan geçiyordu. Ülkede kurulan komün ve özyönetimler başarılı olup halkın üretime ve yönetime doğallığında katılmasını sağlamış olsa da, merkezi politikalar bunları değil kapitalizmi geliştirme potansiyelini taşıyordu.

Kapitalist-emperyalist ekonomilerle rekabete koşullu Sovyet Devrimi gibi Çin Devrimi de ilerlemecilik ve kalkınmacılığa çark etmişti. Sınıfları ortadan kaldırma hedefli bu devrimlerin, kendilerini komünalite kriterleri ile değil, vahşi kapitalizmin kriterleri ile mukayese etmeleri ironiktir. Fakat ilerlemecilik zehrinin gücünü görebilmemiz açısından da ibretliktir.

Emperyalistlerle teknoloji yarışına dair adımlar kısmen zorunluluktan (savaş gerçekliği bunu mecbur hale getirdi) atılmış olup, geçici ve taktik diye değerlendirilse de, stratejik sorunlardı. İlerleme ve kalkınma hedefinden dolayı kapitalizm kendisini ekonomik olarak yeniden üretiyordu. Üstyapıda stratejik değişikliklere neden olacak ideolojik mücadele ise yine aynı “taktik” gerekçelerle rafa kaldırılıp sönümlendirilmişti.

Bunlara rağmen Çin’de üstyapıyı değiştirebilecek ve devletin burjuva tarzda inşasını engelleyebilecek büyük bir çıkış olmuştu. Büyük Proleter Kültür Devrimi ile iktidar olgusuna ve çizgisel anlayışa aykırı bir tanım getiriyordu. Halk iktidarları da iç ve dış ideolojik mücadeleyi layıkıyla yürütemedikleri müddetçe halka karşı ve devrimin aleyhinde bir güç haline gelebiliyordu. Bu yüzden Mao’nun Çin gençliği başta olmak üzere dünya gençliği ve halklara yaptığı bu çağrı tüm dünyada cevap buldu. Çin’deki asıl hedef; bürokratlaşan ve küçük burjuva ve burjuvalaşan Komünist Parti’ye yönelik aşağıdan gelen bu kültür devrimi idi. Dünyanın diğer yerlerinde de iktidarlara ve her türlü antidemokratik uygulamalara karşı benzer tepkiler örgütlendi.

Mao’nun o gün Komünist Parti içindeki iktidarlara yönelik yaptığı bu tespitin arka planında, devrimlerin hep ileriye doğru düz bir çizgi halinde gelişebileceği fikrinin çürütülmesini sağlayan felsefi bir çözümleme vardı. İktidar hakkında o zaman kadar yapılmış bütün tespitlerin ilerisindeki bu tanımlama, MLM’ler açısından değeri hala yeterince anlaşılamamış olan bir şeydir. Zira iktidar hakkında daha sonra yapılmış ve yapılmakta olan daha derinlikli çözümlemeler MLM’ler tarafından değil, tamamen farklı cenahtan kesimler tarafından yapılmıştır. Anarşistler, feministler, post-modern bazı akımlar ve onların çizgisini benimseyen reformist hareketler iktidar kavramını analizde oldukça derinleşmiştir. Fakat bunlardan çıkartılan sentezlerin sistem içi kalması kaçınılmazdır. Sosyal bilimciler de iktidar konusunda oldukça zengin çalışmalara imza atmıştır.

Bizdeki tanım ise her ne kadar kısmen üstyapıya değinse de esasta ekonomizm sınırlarında kalmıştır. Çubuğun biraz fazla üstyapı incelemelerine ya da feminist ve anarşist çalışmalara büküldüğü durumda bu derhal “ideolojik sapma” şüphesiyle engellenmiştir. Unutmayalım ki, ideolojik ve politik olarak tıkandığımız ya da tökezlediğimiz noktada kabemizin komünal yaşam olması gerekiyor. Ve bu yaşamda altyapı ve üstyapı şeklinde bir ayrıştırma yoktur. Üretim ve yaşamın idaresi bir bütündür. İktidarı anlamaya çalışırken ve bu modele yakınlık ve uzaklık durumumuzun gösterge olacaktır. Başlı başına incelenmesi gereken bu konu da tarihsel ilerlemecilik gerçeğini içine alabilecek kadar kapsayıcıdır. Geçerken bunun da altını çizelim ve devam edelim.

Marksistler arasında çalışmalarında ilerlemeci tarih anlayışına dair eleştirilere yer vermiş bir isim de Louis Althusser. Lenin ve Mao’nun adımlarını şu şekilde yorumlar. Komünist Manifesto’ya yazılmış önsözden bahsederek;

“Ben yalnızca şu soruyu soruyorum. Önsöz’deki ana tezi, yani ‘Toplumsal bir formasyon, içerebildiği tüm Üretici Güçler gelişmeden asla yok olmaz; ve yeni ve yüksek Üretim İlişkileri, maddi yaşam koşulları eski toplumun bağrında olgunlaşmadan ortaya çıkmadan asla eski ilişkilerin yerini almaz,’ şeklindeki tezi, Lenin ve Mao bir an için lafzi olarak ele almış olsalardı, o zaman, Lenin ve Mao Partinin ve kitlelerin başına bir an için bile olsa nasıl geçebilir ve Sosyalist Devrimi zafere ulaştırabilirlerdi?” (Louis Althusser, “Yeniden Üretim Üzerine”, İthaki Yayınları, 2008, Sayfa 327)

Bununla birlikte proletarya ve halk iktidarları kurulurken atılan adımlar inşa aşamasında sürdürülememiştir. Zira üretici güçler teorisine yönelim bu kez de yeni iktisadın planlanması aşamasında tekrar ortaya çıkmıştır. Aslında bu durum ideolojik olarak bu sorunla kökten yani paradigma düzeyinde yüzleşilemediğinden tekrar tekrar yaşanmaktadır.

“…Üretici Güçlerin ve Üretim İlişkilerinin, yalnızca verili bir üretim tarzı için değil, içlerinden birinin egemenliğinde birçok üretim tarzının var olduğu toplumsal bir formasyon için ne anlama geldiğini bilmek; bu ‘birliğin’ sorununa ikincil değil temel belirlenimler katan emperyalizm evresindeki kapitalist bir formasyonda bu birliğin ne hal aldığını bilmek. Örneğin 1917 Rus Devrimi ve Çin Devrimi dünya savaşlarının ertesinde, ‘en zayıf halkalar’ bölgesinde patlak vermişse, bu en zayıf halkaların emperyalizm denen bir zincirin halkaları oldukları nasıl görülmez? Teknolojik olarak geri ülkelerde zafer kazanmış olan bu devrimler nispeten kısa bir zamanda Üretici Güçlerin gecikmesini yakalaya bilmişse ve yakalayabiliyorsa, bunun, dünya çapındaki Üretici Güçlerin durumuna, özellikle teknolojinin en gelişmiş olduğu dünya durumuna bağlı olduğu nasıl görülmez?” (age, Sayfa 330-331)

Bu durumda tekrar en başa dönerek şapkamızı önümüze koymamız gerekiyor. Neden kıyaslamayı ve hedefi kapitalist emperyalist sistemle yapıyoruz? Neden ezilenler arasında en fazla ve bazen tek başına, bu sömürü ilişkilerine doğrudan tabi olanları dikkate alıyoruz? Sınıflı toplumlar tarihi boyunca yapılan bu yok sayma tutumu, bize değil iktidarlara ait olsa gerek. “Birçok toplumsal üretim biçimi ve toplumsal geleneğin birlikte bulunması, devrimci stratejilere de bir zenginlik, bir orjinalite katıyor. Stratejileri daha özgün kılmaya yol açıyor. Örneğin Rus köylü komünlerinin devrim stratejisindeki yerinin nasıl tartışıldığını biliyoruz. Çin stratejisi, Küba vb. hep farklı yollar, farklı deneyler oldular. Bazen komünal gelenekler, bazen köylüler, bazen küçük burjuvazi devrimlerde işçi sınıfının önüne geçmiştir. Bu hem olumlu hem de olumsuzdur. Devrimci enerji olarak keşfedilip yönlendirilmesi olumlu olacaktır. Ama kendi başına öne çıkışları, onları özgür toplum değil, bir başka küçük mülklü toplum kurmalarına dönüşeceğinden olumsuzluk da taşırlar.” (Erol Dündar, Suat İncedere, “Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Eleştirel Notlar”, Belge Yayınları, 2011, Sayfa 84)

Coğrafyamızdaki Devrimci Hareketler ve Tarihsel İlerlemecilik Türkiye devrim tarihi de tıpkı dönemin hakim paradigmasının etkisi altındaki diğer ülke devrimci ve muhalif hareketlerine benzer süreçler geçirmiştir. Ezilenlerin tarihine egemenlerin gözünden bakma durumu böylesine köklü bir yanlıştır. “TKP’nin tarihsel ilerlemeci epistemolojisinin etkisi bütün ‘sol’ harekette etkisini göstermiştir. Bu durum Kaypakkaya’nın çıkışına kadar THKO ve THKPC de dahil olmak üzere bütün yapılara yansımıştır. Bir adım ileri veya bir adım geri atmaları hiçbir şeyi değiştirmiyordu, çünkü hepsi aynı epistemolojik düzlem içindeydiler. Nitekim aşağıda göstereceğimiz gibi Kaypakkaya eserinde tam da bu nedenle hepsini hedefe koymuştur. Kısacası bu ‘sol’ yapıların savunularına bakmak, Kaypakkaya’nın nasıl bir ortamda çıkış yaptığının anlaşılması için önemlidir.” (Partizan Dergisi, Ağustos 2017/90, Sayfa 80)

Bu yüzden 1971 çıkışıyla parlamentarizmin ve düzen içi mücadelelerin yerini silahlı mücadelenin alması çok önemli bir adım olsa da, ideolojik bakımından özde değişen bir şey olduğu söylenemez. Örneğin Kemalizm’e ve orduya bakış açısı değişmez. Hatta Kemalist kliğin tek başına iktidarda olduğu tek partili dönem için Türkiye’yi “anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı” yürütülmüş, ilerici kadroların yönettiği bir dönem olarak görmüşlerdir. Bugün de Mahir Çayan’ın ardılı olanlar arasında aynı tespiti sahiplenmeyi sürdürenler mevcuttur. Aynı düşünce sahipleri ve daha geniş bir kesimce, Türkiye’nin geri iktidarlara teslim olmasının ve “bağımsızlığını” yitirmesinin miladı olarak NATO’ya girişi kabul edilir. 1960 faşist darbesi ve 61 Anayasası ilerici, Kemalist askerilerin ülkeye demokrasi getirme çabası olarak sahiplenilir. Bu bakımdan MLM’ler dışındaki hiçbir hareketin ideolojik durumu parlak değildir.

Bugün siyaset sahnesinde yer alan hareketler güncel ve orta dereceli politikalarında bu söylemlerinden vazgeçmiş olsalar da, ideolojik öz değişmiyor. Zira stratejik tespitlerde ve parti programlarındaki durum dönüp dolaşıp Kemalizm’e ilerici misyon biçmeye varıyor.

Egemen sınıflara ilerici misyon biçmenin diğer en ağır sonucu ise TDH’nin Kürt gerçekliğine yaklaşımıdır. TKP, Şeyh Sait ayaklanmasında “gericilikle” mücadelede tavizsiz yaklaşımından dolayı iktidarı koşulsuz desteklemiştir. Bu ilerlemeci miras Kaypakkaya çizgisinin dışında kalan hareketlere geçmiştir. Hatta MLM ve Kaypakkayacı olmak bile bazı kesimleri utangaç şovenistlik yapmaktan koruyamamıştır. Söylemde Kürt özgürlük mücadelesinde görünüp pratikte iktidarın politikalarına karşı çıkmama tutumu başka ne şekilde açıklanabilir? Buna ve başka bazı tarihi gerçeklere bakıldığında tarihsel ilerlemecilikle mücadele zeminin 1972’deki kopuşla ve Kaypakkaya ile bu coğrafyada yakalandığını fakat bunun devamının sonraki yıllarda yeterince getirilemediğini görüyoruz.

Kaypakkaya gerçekliği binlerce yıllık ilerlemeci paradigmaya vurulmuş önemli bir darbedir. Fakat ne yazık ki biz ardılları da dahil halen bu kopuşu tam olarak anlayabilmiş değiliz. Zira Kaypakkaya’nın tarihe yaklaşımı konusunu, başlı başına bu çıkışın düşünce yapısı olarak değerlendiremiyoruz. İncelediğimiz, ilgilendiğimiz boyut Kaypakkaya’nın düşünce yapısından ziyade ortaya çıkardığı sonuçlardan ibaret oluyor. Bu yüzden de onun ardılları olarak düşünce ve görüşlerini gerçekleştiremiyoruz.

Kaypakkaya kısacık ömründe, derinleştirme fırsatı bulamadığı programatik görüşlerinde, bize bıraktıkları ile Marksizm tarihinin en kritik meselelerinden biri olan üretici güçleri kutsama ve buna bağlı ideolojik sapmalara düşme konusunda, coğrafyamızda sınıfta kalmamış tek önderdir.

Evet Kaypakkaya’nın düşünceleri 1970’ler ortamında var olan yaygın yaklaşımlara şiddetli bir eleştiri olarak ortaya çıktığında, geniş kesimler bu konulardan haberdar bile değildi. Varoluş ilkeleriyle uyuşmayan bu düşünceleri şiddetle reddettiler. Geçen zaman içinde ise sessizce ve parça parça bu düşünceler başka yollardan benimsendi. Fakat ait olduğu ideolojik-stratejik bağlamdan kopartılarak benimsendi. Tarihsel özü ve durduğu yer anlaşılamadı. Bugün eklektik tarzda da olsa ilerlemeci tarih anlayışına karşı pek çok kesim söz söylüyor. Bu ne derece amacına hizmet eder, tartışılır! Kaypakkaya’nın yoldaşlarının ezilenlerin gerçek tarihine daha fazla yoğunlaşarak bu tarihin gerçek anlamda yazmaya başlamaları elzem hale gelmiştir.

Bugün, ilerlemeci tarih anlayışıyla hesaplaşma sadece Marksist sahada sürmüyor. Pek çok politik çevre ve akademi dünyası ezilenlerin tarihine başka bir gözle bakmayı deniyor. Fakat ortada yine bir sorun var. İktidar bir şekilde bu tarih ve gerçeklikle aramıza duvar örmeyi başarabiliyor. Bizler de bu yüzden ezilenleri yine yeniden iktidarın prensiplerine göre benimsiyoruz. Onları sahiplenirken bile somut koşulların somut tahlili ile değil, kendi beklentilerimize göre ayırarak sahipleniyoruz. Geçmişteki isyancı halklar ve toplulukların kaderini en baştan yenilgiye mahkum şekilde yazıyorsak, bugün de ezilen bazı kesimleri aynı şekilde değerlendiriyoruz. Onlara bir türlü çocukluktan çıkma fırsatı tanımıyoruz. Oysa her özne kendi adını ve hedefini kendisi belirler. Biz ancak doğru tarzda yaklaşarak bu güçlerin zaferi ve kurtuluşu için çalışabilir. Zira bundan ötesi bizi bir kez daha egemenlerin tarihine saplar.

Tarihsel ilerlemecilik-1-

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu