DerlediklerimizGüncel

18 MAYIS | “Hayatın Mantığını Kavrayan ve Kendi Dışındaki Olguları Ciddiye Alan “Mucize”: İbrahim Kaypakkaya”

Gazete Patika tarafından komünist Önder İbrahim Kaypakkaya'nın 49. ölümsüzlük yılında yayınlanan yazı serisi için Partizan tarafından kaleme alınan yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Tarih, 18 Mayıs 1973’ü gösterirken, bugüne değin gerek düşmanın tüm işkencelerine karşı 90 günlük direnişiyle gerekse de devrimin yolunu çizen temel tezleriyle bugüne kadar ulaşan İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişine tanıklık etti.

Aradan geçen 49 yıllık süreç ne İbrahim’in ışığını söndürebildi ne de düşmanın korkusunu dindirebildi. Bugün hala Kaypakkaya’yı anlamaya, anlatmaya çalışmamız; onu nasıl yorumlamak gerektiğini tartışmamız, Kemalizm’den ulusal soruna kadar bir dizi temel konuda hala onun yazdıklarını referans almamız Kaypakkaya’nın, bu topraklarda bıraktığı izlerin ne kadar derin olduğunu gösteriyor; aynı zamanda yere ne kadar sağlam bastığını…

Bütün önderler, yaşadıkları toplumsal koşulların ürünü olarak ortaya çıkarlar; o tarihsel koşullardan beslenirler elbette. 1960’lı yılların ikinci yarısının temel özellikleri ülkemiz topraklarında da yankısı bulmuş ve İbrahim Kaypakkaya gibi dönemin devrimci önderlerini ortaya çıkarmıştır. Toplumsal koşullar bu devrimcileri ortaya çıkartırken, Kaypakkaya da o toplumsal koşulları Marksist yöntemle, ustalardan öğrendiği şekilde doğru bir şekilde analiz etmiş, yorumlamış ve bu koşulların nasıl tersyüz edileceğinin yolunu ortaya koymuştur. Tam da kendisinin ifade ettiği gibi “Devrimci demek, bir bakıma mucize yaratan kişi demektir.

Ama hayatın mantığını kavramayan, kendi dışındaki olguları ciddiye almayan birisi mucizeler yaratamaz.” (Aktaran M. Oruçoğlu, Tohum) Kaypakkaya da hayatın mantığını kavrayarak, kendi dışındaki olguları ciddiye almakla yetinmeyip doğru bir şekilde analiz ederek kendi tanımının devrimcisi olmayı başarmış bir figür olmuştur.

Kaypakkaya ve dönemin devrimci önderlerini ortaya çıkaran koşulları kısaca tarif etmek gerekirse; 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ekonomik krizlere teslim olmadan nispeten daha dingin bir süreç yaşayan sistem, sosyalist dünyayla başa çıkmak için geliştirdiği “sosyal devlet” atağıyla örülü “altın yıllar” dönemini 1960’larla birlikte geride bırakmıştı. Sosyalist cephede Stalin’den sonra başlayan geri dönüş süreciyle birlikte ortaya çıkan sosyal-emperyalizmin keskinleştirdiği emperyalist hegemonya mücadelesi; ezilen halk ve ulusların Uzak Asya’dan Latin Amerika’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya yayılan başkaldırısıyla eşzamanlı biçimde gelişme gösteriyordu. Avrupa, gençlik hareketlerinin yaptığı zirveyle sallanıyor, ekonomik ve siyasi kriz, hızla sefalet ve zulüm cehennemine itilen kitlelerde isyan ateşini körüklüyor; bunun baskı, saldırı ve müdahaleleri doğuran süreci, bütün ülkelerde sınıf mücadelesini kızgın bir zemine kaydırıyordu.

Bu dönemin odak noktalarından biri de Vietnam’dı. Kore’deki bozgunun ardından, komünizme yeni bir mevzi kazandırmamak üzere var gücüyle Vietnam’a yüklenen ABD emperyalizmi; tarihin gördüğü en aşağılık katliamlara imza atma pahasına giriştiği işgal ve saldırıya rağmen komünistlerin önderliğindeki devrim ve kurtuluş mücadelesi karşısında ağır bir yenilgiye uğruyordu (1964-69). Vietnam’da direnen Ho Şi Minh önderliğindeki komünistler, ezilen halk ve ulusların derin bir sempatisini kazanıyordu.

Diğer yandan Sovyetler’deki geri dönüşün ardından sosyalizmin kalesi hale gelen ve kızıl bayrağı yükseklerde tutma sorumluluğunu tek başına üstlenen Çin’de Başkan Mao, Vietnam’daki savaş ve direnişin de en büyük ilham kaynağıydı. Ama bundan da öte o süreçte Mao Zedung önderliğinde bir büyük devrime, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne (1966) imza atılıyor, burjuvazinin Sovyetler’de elde ettiği başarıya güçlü bir karşılık oluşturmasıyla dünya halklarına moral ve umut aşılanıyordu. Çin BPKD, on milyonları, yüz milyonları kucaklayan kitle hareketlerinin muazzam çeşitlilikteki eylemleri ve felsefesi ile çığır açıyor, burjuvaziye karşı mücadelede önemli bir mevzi ve güç kaynağı yaratıyordu.

Halk Savaşı/gerilla savaşının teorisyeni Mao’nun felsefeden sosyalizmde sınıflar ve sınıf savaşımına kadar çok yönlü katkılarıyla donanan, modern revizyonizme karşı savaşımla güçlenen ML ideolojinin; savaş, direniş ve mücadele çağrısı bütün ülkelerde yankılanmaya başlamıştı. Komünistleri ve birçok ülkedeki devrimcileri saran Maoist ideoloji; silahlı mücadele, direniş ve başkaldırıların bayrağı haline geldi. Etki alanı, Halk Savaşı’nı zafere taşıyan Vietnam, Laos, Kamboçya ile Hindistan’dan Filipinler’e isyan yangınını büyüten Asya ülkelerinden ibaret değildi. Afrika’dan Latin Amerika’ya, Filistin’den (1963) Türkiye ve Kürdistan’a (1971) ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri, silahlı direnişler ve gerilla mücadelelerinde Mao’nun damgası vardı.

Nitekim İbrahim Kaypakkaya’yı çağdaşlarından ayıran temel özelliklerinden biri de buydu; Mao’nun katkılarının izini takip etmek…

Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en temel özelliklerinin başında gelmektedir onun MLM çizgiyi savunması; ülkeye, devrime ve dünyaya bu pencereden bakması. Bu şekilde isabetli analizler yapmış, bu sayede devrimin yolunu doğru bir şekilde çizebilmiştir.

Ülkemizdeki süreç elbette ki dünyadan bağımsız bir rota izlemiyor, ancak dünya metropollerinden ciddi ölçüde farklılaşan özgünlüğü, sürece her geçen yıl daha fazla ağırlığını koyuyordu. Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketi, ’60’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanırken, bundaki temel etkenin sosyo-politik süreç olduğu çok açık biçimde görülebiliyordu. Yoksulluğun ezilen kitleleri pençesinde inlettiği, servet-sefalet uçurumunun iyice derinleştiği koşullarda, işçi ve köylü yığınları ülkenin dört bir yanında işgal ve direniş bayrağı etrafında toplanmaya başladılar: “Ülkemiz, özellikle son iki yıl içinde gittikçe yaygınlaşan ve yoğunlaşan işçi, köylü hareketlerine sahne oldu. Grevler, fabrika ve toprak işgalleri, iş boykotları, yürüyüşler, mitingler birbirini kovaladı.”(İbrahim Kaypakkaya, Proleter Devrimci Aydınlık sayı 5-19, Mayıs 1970). İşçi ve emekçilerin eylemler dizisi, 150 bin kişilik direnişle 15-16 Haziran’da (1970) zirveye çıkıyordu…

’68’le simgelenen işçi, köylü ve gençlik başkaldırısının ’71’deki silahlı mücadele hattına evrilmesi ve 12 Mart askeri faşizminin ağır darbe ve imhalarına karşın kısa bir duraklama döneminin ardından 70’li yılların ikinci bölümünde hakim sınıfları daha çaplı bir kuşatma altına alması, Türkiye’deki sürecin sosyo-ekonomik karakter örgüsünde karşılık buluyordu. İbrahim Kaypakkayaönderliğinde proletarya partisinin doğumuna da zemin oluşturan koşullar; Kemalist-faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü ülkemizde, sınıf mücadelesinin yükselmesi ve siyasi bilinci olgunlaştırmasıyla hükmünü doğuruyordu.

Eski olandan tam bir kopuş sağlanamadan gelecek inşa edilemez!

Bir komünist hareketin gerçekten komünist olup olmadığının en iyi göstergelerinden birisi (diğerlerinin yanısıra) mücadele yürüttüğü ülkede hakim sınıflara ve onların iktidar aracı olan devlet aygıtına yaklaşımıyla ortaya konulabilir. Örneğin “devlet tahlili” meselesi komünistlerle revizyonistleri ayıran başlıca olgulardan biri olarak ortaya çıkar. Bu nedenle bir ülkedeki hakim sınıflara ve onların devlet aygıtına yaklaşım bu sınıfların ve onların devletinin “resmi ideolojisi”ni değerlendirmenin içeriği o ülkedeki komünist hareketin niteliğini de belirler.,

Ülkemizde komünist hareket adına uzun yıllardır savunulan çizgi Türk hakim sınıflarının resmi ideolojisi olan Kemalizm’in desteklenmesi yönünde olmuştur. İlk kez Kaypakkaya, Kemalist ideolojinin komprador Türk büyük burjuvazisinin (ve toprak ağalarının) sınıf çıkarlarını temsil ettiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla ilk kez Türk hakim sınıflarının devlet aygıtı ve onun temel ideolojisi olan Kemalizm’le köklü bir kopuş yaşanmasına önayak olmuştur.

Dahası ulusal meseleye yani Kürt ulusal sorununa yaklaşımıyla birlikte değerlendirildiğinde Kaypakkaya’nın burjuva-feodal sistemin başta ideolojik alan olmak üzere tüm kurumlarından köklü bir kopuş olduğunu söylemek gerekir. Zira Kaypakkaya’nın TDH içinde ve ilerici kamuoyunda “ser verip sır vermeyen yiğit” olduğu ele alınışından sonra adeta onun alametifarikası haline getirilen iki yaklaşım bulunur.

Bunlardan birincisi onun Kemalizm değerlendirmesiyken, diğeri ise milli mesele makalesi ve bu bağlamda Kürt ulusal sorununa yaklaşımıdır. Kaypakkaya, TDH içinde genel olarak bu iki konuda ifade ettiklerimizle anılmakta diğer meselelerde ise iflah olmaz bir köylü devrimcisi olarak yaftalanmaktadır. Onu bir komünist önder olarak görüp onun en önemli yanına yani Marksist-Leninist-Maoist bir önder olmasını, kurmuş olduğu partinin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin bir ürünü olduğunu açık açık yazmasını bir kenara bırakmanın nasıl bir yaman çelişki barındırdığını bir kenara bırakırsak, Kaypakkaya’nın tezlerinin birbiriyle ilişkisi kopartılıp sahiplenmenin onu daha baştan anlamamaya karşılık geldiğini ifade etmek gerekir.

Oysa Kaypakkaya’nın tezlerinin bütünlüklü bir dünya görüşünün –MLM’nin- bir ürünü olduğu, bunun kabulü olmadan onun tezlerinin kavranmasının mümkün olmadığı bir ön koşul olarak algılanmalıdır. Yani Kaypakkaya sadece, örneğin Kemalizm ve milli mesele konularında ileri sürdüğü tezlerden dolayı komünist değildir. Tam aksine, bunlar sonuçtur. Kaypakkaya, MLM dünya görüşüne sahip olduğu ve gördüğü her şeye bu pencereden bakarak analiz yaptığı için bu tezleri ileri sürmüştür.

Kaypakkaya’nın yöntemi, bugüne de ışık tutuyor!

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Kaypakkaya, pratik-politik vb. tüm çalışmalarında Marksizm-Leninizm-Maoizm’i uygulayarak doğru sonuçlara varmıştır. Bu nedenle, Kaypakkaya’yı sadece yazdıklarıyla sınırlayan bir değerlendirme biz komünistlere yetmemektedir/yetmemelidir. Onun ileri sürdüğü tezler, bugün de geçerliliğini-güncelliğini koruyarak ve de her süreçte tekrar tekrar ispatlanarak varlığını sürdürmektedir. Ancak bunlarla birlikte Kaypakkaya’nın yöntemi ve çalışma tarzı da incelendiğinde resim gerçek anlamda tamamlanmakta ve bugünkü politika ve pratiğimize de ışık tutabilmektedir.

Kaypakkaya’nın gözlemleme ve bunlar üzerinden sonuçlara varma konusundaki gelişkinliğini daha devrimciliğinin ilk dönemlerinden itibaren görmek mümkündür. TİİKP döneminde gittiği her eylemin, katıldığı her direnişin analizini yaparken onun bu gücünü görmek rahatlıkla mümkündür. Kaypakkaya, deneyimlerini, önemli gördüklerini sürekli olarak yazıya dökmüştür. Pratik içerisinde yer aldıkça, teorik olarak geliştikçe yazı konuları da Türkiye devriminin stratejik-taktik sorunlarına kaymaya başlamıştır.

Kaypakkaya’nın yazıları esasta politik yazılardır. Yani, pratiğe yön vermek amacıyla; bir olayı/olguyu değerlendirmek-eleştirmek, alınan tutumu nedenleriyle birlikte açıklamak, sonuçlar üzerinde yorum yapmak için yazılmıştır. Bu da incelenen olayın/olgunun tarihini (onu ortaya çıkaran koşulları, etkileyenlerini vb.), mevcut anını (etkin olan öznelerin niteliği, hareket tarzları, çelişkinin yönü) ve geleceğini (nereye evrilebileceğini) çözümlemeyi zorunlu kılar. Ancak bu şekilde bütünlük yakalanır ve mevcut durumun tablosu çizilir. Fakat bilinir ki, gerçeği yakalamak ve içinde olunan andaki gelişmeleri çelişkileriyle yansıtabilmek, “şey”e niteliğini veren “öz”ü kavramak hiçbir zaman kolay olmamıştır.

Bunu yapabilmek; doğru bir yönteme sahip olmayı gerektirdiği kadar, sınıfsal duruşun gerçeklerden besleniyor olmasını da zorunlu kılar. Bunu yapabilmek; üstünü örten hangi güç-otorite olursa olsun karşısında durabilmeyi ve bedel ödemeyi göze almayı gerektirir. Araştırma ve gerçeğe ulaşma iradesinin güçlü olmasını, yoğunlaşmayı, derinleşmeyi gerektirir. Kaypakkaya’nın yöntemi ve mücadelesi incelendiğinde tüm bu özellikleri taşıdığı görülür.

Bunu sadece egemen sınıflara ve onların ideolojilerine savaş açtığında görmüyoruz; aynı zamanda dönemin “otorite”leri olan M.Belli ve H.Kıvılcımlı’nın karşısındaki duruşunda, TİİKP “burjuva önderliğinden” yoğun baskı görmesine rağmen düşüncelerini geliştirmesinde ve ısrarla savunmasında görüyoruz vb. vb.

Komünist devrimci olarak Kaypakkaya’nın yazılarında geçmiş-şimdi-gelecek arasında kurulan bağla, şeylerin özünün yakalanıp ortaya çıkarılmasını, bunların güçlü bir somutlamayla açıklanmasını ve alınacak tavrın etraflıca, açık ve yalın bir şekilde ifadelendirilmesinin yapıldığını görürüz. Döneminde basılan Marksist-Leninist tüm eserleri ve güncel, tarihi, politik, edebi, sanatsal çıkan tüm yayınları yutarcasına okuyan Kaypakkaya’nın “hayatın mantığını kavrama”da ve buna göre tavır alabilmede araştırmacı, bilgiye doymayan, yaşamla çok yönlü ilgilenen özelliklerinin önemli bir yer tuttuğu çok açıktır.

İbrahim’in 3-3,5 yıl gibi kısa bir sürede yazdığı yazıların hacmine ve çok sayıda eseri okumasına bakarak; daha çok teorik çalışmalara yoğunlaştığı, hareketli olmadığı sonucuna varanlar olabilir. Fakat anlatımlardan biliyoruz ki, İbrahim “kayaların kuytuluğunda, taşların üstünde, derelerin ağzında, dizinin üzerinde bir deftere görüşlerinin ana noktalarını yazıyordu.” (Ali Taşyapan, Kaypakkaya Sempozyumu)

Kaypakkaya’nın öğrenme kaynakları elbette sadece kitap, dergi vb. değildi; o grevlerden, işgallerden, eylemlerden öğrenmiştir. Nitekim mücadele yaşamı hep halkın farklı tabakaları içinde geçmiş ve çelişkilerini yakından görmüş, onlara dokunmasını bilmiştir. İşçi, köylü, esnaf, öğrenci… her meslek grubundan kadın, genç, yaşlı, çocuk demeden her fırsatta yaptığı sohbetlerle, sorduğu sorularla, mevcut durumu anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır.

Sadece bu da değil, kendisinin deyimiyle, PDA ve Şafak Revizyonistleri gibi “kötü hocalardan” da iyi dersler çıkarmıştır. Yaşamla kurduğu çok yönlü bağ, İbrahim’in yaşamını şekillendirmiştir. Bu başlık altında altını çizmek istediğimiz nokta budur: Her fırsat ve koşulda araştırmak, yoğunlaşmak, derinleşmek, halktan, dostlardan, “kötü hocalardan” ve düşmandan öğrenmesini bilmek…

Kaypakkaya’nın yazılarında bir önemli nokta da bütün ile parça arasındaki ilişkinin kurulma yöntemi ve parçaların kendi arasındaki bağları çözümleme gücüdür. Başlıkla birlikte koyduğu “bütün”ü her biri kendi içerisinde bir bütün olan çok sayıda alt başlıkla (parçalara) ayırma, onu inceleme yönteminin en önemli özelliğidir ve bu diyalektik yöntemin neredeyse kusursuz bir örneğidir. Kaypakkaya, tek tek her parçayı, niteliğini ortaya koyuncaya kadar inceler, çözümler ve diğer parçalara geçiş yapar. Alt başlıkların her birinde yeterince durduktan sonra bunları biraraya getirip birleştirir ve sonuca ulaştırır. Amaç, incelediği “bütün”ün “öz”ünü yakalamaktır. İşte İbrahim Kaypakkaya’nın Türkiye devrimcileri arasında ayırt edici yanı, onu farklılaştıran yanı bu “öz”ü yakalamayı başarmasıdır. Öz önemlidir, zira niteliği belirleyen unsurdur. Öz değişmeden, incelenen şeyin tüm parçaları değişse bile, o şeyin niteliği değişmez.

Kaypakkaya’yı; Ulusal Sorun (ki beş temel belgede ilk önce bunu yazmıştır) ve Kemalizm’i ayrı iki belge olarak incelemeye götüren sebep; Şefik Hüsnü’nün TKP’sinden itibaren TİP, MDD, PDA, TİİKP ve diğer bütün akım ve yapılarda, “öz”ün değişmeden kaldığını kavraması ve sadece durmadan “kılık değiştirdiklerini” belirlemesidir. Zira özleri aynı kaldığı halde, baştan sona sürekli kılık değiştirip, yeni şekillere girerek diğerlerinden farklı olduklarını iddia edebiliyorlardı.

İbrahim yoldaş; TİİKP program taslağı eleştirisinde devrimci gibi görünen sözlerin arkasında yatan düşüncelerin, aslında farklılaştıklarını iddia ettikleri TİP’in reformist-revizyonist fikirleri, M. Belli ve H. Kıvılcımlı’nın darbeci savunuları olduklarını apaçık ortaya koymuştur. Yaptıkları kelime oyunlarını ustalıkla teşhir etmiştir. “Çıplak gerçeğin süslü ve gösterişli sözlere feda edilmesine”, “muğlâk ve hiçbir şey anlatmayan ifadelere”, “gereksiz teferruat ve gereksiz tekrarlara” sürekli dikkat çekerek, bir taraftan gerçeğin üzerinin nasıl örtüldüğünü ortaya koyuyor, bir taraftan da Marksist-Leninistlerin yöntemini sergilemiş oluyordu:

Proleter devrimciler de elbette kendilerine yakışan yolu tutacaklardır. Meselenin özünü ön plana çıkararak, burjuva kliğin ideolojik, politik, örgütsel ve taktik çizgisini sergilemek yolunu…” (İK, Seçme Yazılar, s. 323)

Kaypakkaya, “Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır” diyerek, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını kayıtsız şartsız savunarak ve Halk Savaşı stratejisini benimseyerek Şefik Hüsnü’nün TKP’sinden TİİKP’e kadar korunarak gelen “öz”ü reddetmiş ve temellerini attığı yeni öz ile TKP-ML’yi kurmuştur. Yarattığı kopuşu, parti isimlendirmesi tartışmalarında şu sözleriyle yine kendisi çok açık/yalın anlatmıştır:

Yani gerekli olan, her bakımdan nitelik sıçramasıdır. Bu sıçrama hareketimizin isminde de kendini göstermelidir. TİİKP ismini savunma, bir açıdan bir ‘eskiyi koruma’ çabasıdır. Sıçramaya direnme tutumudur.” (İK, Seçme Yazılar, s. 116)

Nitelik sıçraması ancak var olan öz’den koparak, eskiyi bütünüyle atarak sağlanabilir. İbrahim’in olayları kavrayışında ve yönteminde belki de en önemli halka budur: “Meselenin özünü ön plana çıkarmak.” Yukarıda anlatmaya çalıştığımız bütün-parça diyalektiğini kullanarak “öz”e ulaşma; izlediği yol budur. Öz kavrandıktan sonra alınacak tutumlar netleşir, berraklaşır. İbrahim’in TİİKP’in kongresine katılmayı gerekli bulmaması da o kongreyle “öz”de bir değişimin olmasının, bir sıçraması yaratılmasının olanaksızlığını görmesiyle ilgilidir.

Artık eskiyle uğraşma aşamasını geçip, yeni öz ile yeni örgütlenmeye gidilmesinin zamanıydı.

Kaypakkaya; Şafak Revizyonizmi ve diğer yapıların özünü, netleştirdiği, ESAS olarak gördüğü kıstaslara göre sorguluyordu. Yukarıda sıraladığımız Kemalizm, Ulusal Sorun ve Halk Savaşı’na yaklaşımla beraber en önemli kıstası pratikleri olmuştur. Devrimci teori ile devrimci pratik arasındaki kopmaz ve birbirini geliştirici bağın önemi, İbrahim açısından tartışmasızdır. Bu nedenle eleştiri oklarını asla sadece söylenenlere yani teoriye yöneltmez.

Pratiğe de güçlü bir şekilde yönelir. Söylenip de yapılmayanları tek tek sorgular. Lafazanlık ve devrimci teori arasındaki çizginin ancak devrimci pratikle kalınlaştırılacağının farkındadır. İbrahim yoldaş, “mucizeler” yaratma gücünü, teori ve pratik arasında kurduğu canlı bağ ve yaşamında, bilgi teorisini olduğu gibi pratiğe uygulamış olmasından almıştır. Kaypakkaya, “öz”ü belirledikten sonra tekrar pratiğe döner. Teorinin griliğinden yaşamın rengârenk tonlarına geçiş yapar.

Teoriden pratiğe olan sıçrayışta; stratejik yönelime bağlı olarak ama sürecin de ihtiyaçlarını gözeterek belirlediği ESAS-TALİ ayrımları onun en önemli yardımcılarıdır. Esas-tali ayrımını bu derecede önemsemesinin nedeni; çelişmenin farklı yönlerini görmesi ve bunlar içinde ana halkayı öne çıkartmayı istemesidir. Böylece dört bir yana yumruk sallamak yerine, belirlenmiş bir hedef doğrultusunda diğer tüm çalışmalar ESAS olana endeksli olarak bir noktaya yoğunlaşarak, güçlerin merkezileşmesini ve böylece etkisini artırmasını sağlayacaktır. İbrahim yoldaş bu yöntemi, en açık haliyle 11 temel ilkede gördüğümüz gibi hem yazılarında hem de pratikte kullanmıştır.

Sonuç olarak; İbrahim Kaypakkaya’nın düşman karşısındaki boyun eğmez tutumunu, 11 temel belgede ileri sürdüğü tezleri ve sağlam bir Marksist-Leninist-Maoist olarak politik ve pratik çalışmalardaki diyalektik yöntemini birbirinden kopararak ele almak mümkün ve doğru değildir. Kaypakkaya tüm bunları ideolojik-politik ve pratik tutumunda toplamıştır. Onun bu duruşunu sürdürmek ve ileri götürmek, güncelle buluşturmak devrim ve komünizm yürüyüşü için olmazsa olmazdır.

Kaynak: Gazete Patika

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu